Çaykara Kültür Sanat ve Yayıncılık Ltd. Şti

Pilav, Tavuk, Hıyar.. Daha Güzel Ne Var! Bülent Hakan Altuncu

Babam öğretmendi ve evimizin tek gelir kaynağıydı. Buna rağmen ben İstanbul’da üniversiteyi okurken ay başlarında elime geçen para, maddi durumları benim ailemden daha iyi olan ailelerin çocuklarının eline geçenden daha fazla olurdu.

Tatil dönüşleri Of’tan İstanbul’a döneceğim günün öncesi akşamı aylık harçlığımı verirdi babam. Harçlığımı verdikten sonra, pantolonunu çıkarıp pijamalarını giydiği zaman gizlice gider, cüzdanına bakardım, kendine ne kadar para bıraktı diye. 100 Lirası varsa, yaklaşık 60’ını bana verir, 40’ını kendine, yani eve ayırırdı önce, yatmaya yakın saatte, getirir bir 20 daha verirdi. Eve kalan parayı bildiğim için “ baba gerek yok, ne yapacağım ben bu kadar parayı, 60 bile fazla” derdim. O ise “ hastir ulan, al diyorum sana” der, zorla onu da verirdi ve yatardık. Uykuya dalması zor, yastık ıslatan gecelerdi benim için. Sabah valizimizi alır, erkenden evden çıkar, Of terminaline gitmeden, “kendin pişir kendin ye” diye geçen köftecilerde köfte yerdik. Her zaman çok sevdiğim köfte, o gün benimde onunda boğazında düğüm olur kalır, çok da yiyemezdik. Terminale varıp, valizi bagaja koyduktan sonra, tam otobüsün kapısından içine gireceğim sırada tekrar beni yanına çeker, itiraz etmememi sessizce söyleyerek elini cebime sokar, yanaklardan dökülmeyen ama ıslaklığıyla gözlerimizi parlakmış gibi gösteren gözyaşlarının arkasından birbirimize bakardık son kez. İstanbul’da yaşadığım, babama göre tüm geleceğimi tehlikeye sokacak yaramaz işlerime hiçbir eleştiri de bulunmaz, tam kapıdan içeri girerken, son sözü hep “ akıllı ol” olurdu. Koltuğu oturur oturmaz, cebime dalardım ki, o akşam ki son 20 lirayı da bana vermiş olurdu.

Bu yüzden param bol olurdu. Dişinden tırnağından artırıp bana ayırdığı için yani. Bense her ayın ilk 15 günü Tekel 2000 sigarası içip, taksi ile okula gider, son 15 günü ise önce dolmuş, sonra yaya okula gider, uzun Samsun sigarasına geçerdim. Hem zenginliği hem fakirliği kendi kendime yaşardım.

Sonra para kazanmaya başlayınca Tekel 2000 de kesmedi, Camel’ e geçtim, taksi tutmak kesmedi, kendime otomobil aldım, o da kesmedi daha pahalı araç …. ama hala daha hiç biri kesmiyor.

Oysa kesen hala daha almak isteyip de bir türlü alamadığım, tadı o yıllarda kalmış iki şey bilirim. Biri kışın soğuk günlerinde, Koca Mustafa Paşa dan Aksaray’a aç bir şekilde, midem süzülerek, ellerim buz tutmuş bir şekilde yürüme inip, iki tekerlekli, üzerinde ahşap çerçeveli, üstü ve kenarları camla kaplı seyyar satıcı arabalarının vitrinin içindeki tepsi de duran pilav ve tepsinin kenar kısımlarında hangi ellerin dilimlediğini hiç düşünmediğim pişmiş tavuklar. Hele de camlar buğuluysa sıcaktır da, hele de harçlığın hala varsa ve tavuklusundan alabiliyorsan ondan sonrası senin yeteneğin. Tavuklardan başlamayacaksın, önce sade pilav, ne zaman tamam bundan sonra kalanının hepsini tavukla karışık pilav şeklinde yiyebilirim dersin, o zamana kadar sade pilav. Ondan sonrası ise tam bir final, ağzına alacaksın ama hemen yutmak yok, iyice çiğneyecek, öz suyunu çıkaracak, önce o suyu emeceksin, tadı tavuk midene varmadan beynine, sıcaklığı tüm vücuduna yayılacak. Tadı damağında kalırsa “bir az tabak daha ver be amca”. İçinden sigarayı az içeriz bu günde ne olacak, midemiz boş mu kalsın dersin. O tabakta bitince sözünü unutur, iki sigara üst üste yakarsın dergiye gidene kadar.

Diğeri ise İstanbul’un o sıcak, nemli, boğucu yaz günlerinde günlerinde. Suyun çıkmış, tuzun kaçmıştır, dudakların kurumuş birbirine yapışmış. Genelde belediye otobüs duraklarının yakınında, üst geçitlerin diplerinde, yine tekerlekli seyyar satıcı arabaları olurdu. Arabayı görmeden soyulmuş hıyar kokusunu alırdım. Sürekli üzerlerine su serpildiğinden koyu yeşil renkte koca bir hıyar yığınını taşıyan arabanın başında duran satıcı, sürekli hızlı bir şekilde hıyar kabuğu soyup, dikey olarak olarak ikiye ayırıp, elinin altında duran koca tuz kabını hıyarın üzerine silkeleyip silkeleyip müşterilerine yetiştirmeye çalışırdı. Sürekli salatalığın suyuyla ıslanıp buruşmuş parmak uçları, soyulan yeşil kabukların temasından siyaha çalar koyu yeşil tona boyanmış o ellerden hiç iğrenmeden alır yerdim salatalıkları. Su dökülmüş çöl toprağı gibi mi olurdum desem, ağaç olsam yaprak açardım mı desem bilmem, öyle bir ferahlardım. Ama otobüse binene kadar bitirmek de gerekir, ağızda çiğnenirken çok ses çıkarır mübarek.

İnsanın görüp tadacağı tüm tadlar 25 yaşına kadardır, ondan sonrakiler öncekilerin arayışından başka bir şey değil aslında. Onu da bulamazsın, bari ruhumu doyurayım diye başka şeylere verirsin kendini benim gibi. Mesela bunlardan biri de fotoğraf. Hafta sonu gene fotoğrafa çıktım, dolaşıyorum dağ bayır, bir tad, bir koku, bir meltem bulurum belki diye eskilerden.

Baktım bir tarlanın içi kadın dolu, aylardan ramazan ama sanki hiç biri oruç değil, öyle canla başla, öyle neşeli çalışıyorlar ki, gülmek kahkaha kıyamet…. Ulan dedim bırak işi gücü, gel böyle bir köye yerleş, toprağa bas, üstünü başını kirlet, yorul, acık, susa, mola ver, arkadaşlarınla hep beraber bir sofraya kurul, bir peynir, bir köy ekmeği bir de büyük bardak da çay olsun, tereyağı da istemem vallahi. Sonra gene işe koyul, gündüz çalış, gece uyu, daha ne olsun.

Yoksulluğu övmüyorum, o her zaman kahrolsun ama dünya malına tamah edenlerde bi doysun.

Bülent Hakan Altuncu

İletişim Bilgilerimiz
  • Adres:Ali Kuşçu Mh. Mıhçılar Cd. No: 34
  • Tel.:0212 631 32 33
  • Fax.:
  • caykara@caykara.com.tr
Sosyal Medya
97156
Bu Ay: 1568
Toplam : 97156
Toplam Hit : 284182
error: Content is protected !!