Çaykara Kültür Sanat ve Yayıncılık Ltd. Şti

Miroloyisten Güneş Gözlüğüne İnsan ve Müzik Bülent Hakan Altuncu

Babaannemin beni uyutacağı zamanki ninnisi “tren gelir hoş gelir” türküsüydü. Sözlü kısımların aralarında bir de ben uyumamakta direnince; ağzı kapalı vaziyette, genizden gelip burundan çıkan ney’imsi bir sesle türkünün ezgisini sürdürürdü. Her ne kadar benim seviyeme inmek amaçlı sesini çocuksulaştırarak türküyü sevimlileştirmeye çalışsa da buram buram özlem kokardı nefesi.

Değil Trabzon’a, değil Of’a, köyden Çaykara’ya inmenin bile çoğu kadına ömrü boyunca nasip olmadığı o yıllarda, o doğup, büyüyüp, evlenip, çocuklarını doğurduğu köyünden ayrılıp dedemin çalıştığı yere, Konya-Seydişehir’e gelmişti. Beni de ilk torunları olarak, anne ve babamdan ayırıp, bir yaşımda yanlarına almışlardı.

Mesafeler şimdiki gibi değildi. Hastalanan birinin hasta olduğu haberi ölümünden bile sonra gelirmiş gurbete. Dolayısıyla cenazelere yetişmek de imkansızdı. Oysa öyle bir özlemle yaşarlardı ki; dedem, okuma yazması iyi olan amcalarıma mektuplarını yazdırırken annesini, babasını, akrabalarını tek tek sorduktan sonra komşularını da ayrı ayrı sorardı. Özlem insanlarla bitmez, hayvanları…, doğurup doğurmadıklarını, evin kedisinin fare tutmaya başlayıp başlamadığından, meyvelerden hangilerinin o yıl “iyi verdiğini”, hangilerinin “vermediğini” bile tek tek sorarlar, “Allah’a emanet” edip, “acele cevap” beklerlerdi. Ha, birde bitime yakın illaki bir para bahsi olurdu her mektupta. Sonuçta tüm bu özlemlerin sebebi o lanet şey değil miydi?

Babaannem de sanırım bu uzaklık nedeniyle anne ve babasının cenazelerine katılamamıştı. Yanılıyor olabilirim belki katılmışsa da mezarlarına bile uzak olmanın hüznüyle evin içinde boş kalınca, sorsanız sadece kendinin duyacağı bir ses tonuyla onlar için ağlardı. Ama bu göz yaşı ile ağlamak değildi, “anam anaamm, anaaammmm, anam” diye başlayıp uzayıp giden, duygularını Karadeniz ezgileri ve şivesiyle bir çeşit dillendirmeydi. Ben de merakla kulak kesilir dinlerdim. Annesi ve babası neleri sever, nelere kızar, neleri vardı, neleri yoktu, hepsini öğrenmiştim bu ezgili anlatılardan. Ama o farkında olmazdı benim onu dinlediğimden. Bir sandığı vardı, ceviz ağacından. İçinde sevdiklerinden yadigar sakladığı bir de kıymetli gördüğü şeyleri vardı. Bunlardan biri de annesinin sesinin kaydedildiği bir kasetti. Çok göstermişti bana o kaseti. “Bak bunda anamun sesi var” derdi her seferinde. Teybimiz (kaset çalar) olmadığından o kaseti yıllarca dinleyemedik. Trabzon’a taşındıktan yıllar sonra babam bana bir teyp alınca, ilk işim babaanneme gitmek oldu. Kaseti yerleştirip, büyük bir heyecanla üçgen sembollü “play” düğmesine bastım. Kulak kesildik hoparlörlerine ama önce ses çıkmadı, sonra hışırtı ve cızırtılar, sonra cızırtılar arasında belli belirsiz bir ses, ağlamaklı bir konuşma ama çoğu cümlesini çözemedik. “Miroloyis edeyu” dedi babaannem. Miroloyis bir çeşit ağıt yani, arada bir de sitemkar cümleler…. o kadar. Yıllar zarfında kaset bozulmuştu. Sesi lojmanımıza gelip babaannemin yüreğini dağlayan trenler çoktan susmuş, memlekete dönmüştük ama bırakıp gittiklerinden en değerlileri artık yoktu memlekette.

Sonra babamın görevi nedeniyle yüksek bir dağ köyüne yerleştik. Köydeki herkes bir şekilde içinden geçen duygu ve düşüncelerini ezgili cümlelerle tabutun başında ölüsüne sıralayabiliyordu. Ama bazı kadınlar bu konuda olağanüstü yetenekliydi. Hem kendileri ağlıyor, hem de herkesi ağlatabiliyorlardı. Köyün en popüler kişileri, düğün türkücüleri ve cenaze ağlayıcılarıydı. Daha hasta bile değilken, bu iyi ağlayan kadınlara “bak beni cenazemde sen ağlayacaksın, vasiyetimdur” dendiğini çok duymuşumdur. Ölüm ne kadar gerçeklik olsa da varlık duygusu insan için öldükten sonra bile bir ihtiyaç sanki. Bu vasiyette, ölüp yok olsam da varlığımın bıraktığı boşlukla insanlar beni ansınlar, yokluğumla kahrolsunlar, ağlayarak beni yoktan var etsinler isteği var sanki.

Ölen erkek ise bıyıklarından, saatinden, çakısına… kadınsa çocuklarından, ineklerinden, koyunlarına kadar sevdiği şeylerin sahipsiz kalışı bu cenaze anlatılarında özellikle vurgulanırdı. Ölen kişi hayatında isteyip de elde edemediği şeylere üzülmesin diye dünyanın fani olduğunu, kimseye hiçbir şeyinin ebediyen kalmayacağının kanıtının ölüm olduğu üzerinden ölüyü teselli çabaları… Gündelik işlerin sanki ortada bir cenaze yokmuş gibi anlatımları…

Her ne kadar hem öleni hem de kendilerini bu ezgisel anlatılarla teselli etmeye çalışsalar da; cenaze tam mezarı indirilirken, “anam anaaaaamm, korkaymisun anam, korkma, korkma” dendiğini çok duymuşumdur.

Karadeniz’de halk türkülerinin alt yapısında cenazelerdeki bu ağlayışların etkisi çok büyüktür. Önce destanlar, sonra miroloyisler, sonra da yavaş yavaş göz yaşları çekildi duygu dağarcığımızdan. Akmayan gözyaşlarına duyguyla da eşlik etmeyen bakışları gizlemek için güneş gözlükleri girdi aramıza dostlarımızla. Adettenmiş gibi takılan güneş gözlükleri ile cenazelerde üzüntülü olduğunu gösterdiğini sananlar aslında o güneş gözlükleri ile ölünün ölümüne sebebiyet veren bir çeşit fail, katil gibi göründüklerinin farkında bile değiller.

İnsanoğlu robot yapmaya çalışırken kendisini de farkında olmadan robotlaştırdı. Duygulanım aralığı daraldı, hareketlerinde ki estetik azaldı. Bu yüzden artık türkü üretilemiyor. Yapılan müziklerde ki sesler robot teknolojisini çağrıştıran sesler, danslar robot hareketlerinden alıntı.

Yine tren gelse, hoş gelse de, odaları boş gelse..

Bülent Hakan Altuncu

 

İletişim Bilgilerimiz
  • Adres:Ali Kuşçu Mh. Mıhçılar Cd. No: 34
  • Tel.:0212 631 32 33
  • Fax.:
  • caykara@caykara.com.tr
Sosyal Medya
98426
Bu Ay: 1010
Toplam : 98426
Toplam Hit : 287032
error: Content is protected !!